Devlet, Bozkurtlar ve Avrupa’yı saran ahtapot kolları

Avrupa’da İslami terör yükselip özellikle Fransa’da dehşet saçmaya başlamışken Bozkurtlara getirilen yasak birçok kişi için büyük sürpriz oldu. Fransa Bozkurt örgütlenmesini resmen yasakladı. Fransa’da Grey Loups diye örgütlenen ama gerçekte Erdoğan’ın şu an iktidar ortağı olan bu grup Türkiye’de Ülkücü Hareket diye biliniyor ve kökeni 1960’da yükselmekte olan sol ve komünist hareketle mücadeleye dayanıyor.

MHP’nin gençlik kolu dediğimiz bu grup Fransa’da Ermeni toplulukları ve anıtlarına yönelik saldırılarıyla gündeme geldi. Macron ufuktaki seçim öncesi Ermeni toplumunun talebine görmezden gelemedi ve bu yapının örgütlenmesini yasakladı. Karar biraz suya yazılmış gibi çünkü Fransa’da “Bozkurt” isimli yasal bir yapılanma mevcut değil. Yasağın bu görüşü savunan farklı isimlerdeki grupları kapsayıp kapsamayacağını ise başta Lyon olmak üzere Fransa kentlerindeki Türk-Ermeni geriliminin yükselmesine bağlı olacağını söyleyebiliriz.

Türkiye Dışişleri Bakanlığı, Fransa’nın yasak kararına çok sert yazılı bir açıklama yaparak cevap verirken sadece iktidar ortağının gençlik kollarına destek vermekle kalmadı, bir devlet organizasyonu olarak gördüğü bu gençlere açıkça sahip çıktı ve “Arkanızdayız” dedi.

Bozkurtlar veya Ülkücüler… Ülkü Ocakları… Bir partinin gençlik kolları şeklinde örgütlenmiş olmasına rağmen bu grup Türkiye devletinin, daha doğrusu devleti içindeki “gölge devlet” olarak Soğuk Savaş döneminde şekillenen Gladio’nun bir örgütlenmesi olarak ortaya çıktı ve hep devletin para-militer yapılanması şeklinde devam etti.

Ülkü Ocakları, 18 Mart 1966’da Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğrencileri tarafından kuruldu. Resmi kuruluş tarihi böyle biliniyor.

Hareketin fikri önderi, Bozkurtların Hitler’in Führer adından esinlenerek “Başbuğ” dediği Alparslan Türkeş idi. Türkeş, henüz genç bir subayken 1950’lerin başında Amerika Birleşik Devletleri’ne gitmiş ve burada “özel harp, gayri nizami harp, gerillaya karşı mücadele ve gerilla savaşları” konusunda eğitim görmüştü.

Ardından 1956 yılında, bu kez NATO Türk Temsil Heyeti üyesi olarak ABD’ye bir kez daha gitmiş ve Türkiye’nin ilk “özel harp, kontr-gerilla” uzmanlarından biri olarak 27 Mayıs darbesine kadar Genelkurmay’daki NATO Dairesi’ni yönetmişti.

Anti-komünizmin zirvede olduğu bu yıllar, NATO üyesi tüm ülkelerde sonradan “Gladio”, “Süper NATO”, “Özel Harp Dairesi” gibi  adlarla ortaya çıkarılacak olan kontr-gerilla/iç savaş aygıtlarının devlet içinde örgütlendiği bir dönemdi.

NATO ülkelerinde adları pek çok cinayete, suikasta, toplu katliama karışan bu gruplar için, ABD Savunma Bakanlığı tarafından 1967 yılında Kontr-gerilla Operasyonları adıyla basılan ve Türkçeye “Sahra Talimnamesi 31-15 başlığıyla çevrilen el kitabında, bu örgütlenmelerin çalışma yöntemleri hakkında şunlar yazıyordu:

“Adam öldürme, bombalama, silahlı soygun, işkence, kötürüm hale getirme, adam kaçırmak suretiyle tedhiş ve olayları tahrik, misilleme ve rehinelerin alıkonması, kundakçılık, sabotaj, propaganda ve yalan haber yayma, zorbalık, şantaj”. Ayrıca bir not olarak şu ifade ekleniyordu: “Bir gayri nizami kuvvetin yeraltı unsurları kaide olarak kanuni statüye sahip değillerdir.”

Burada, devletin güvenlik mekanizmaları, siyasi parti ve gençlik örgütlenmesinin iç içe geçtiği ve varlığını bugüne kadar sürdürdüğü bir yapılanmadan söz ediyoruz.

Ağırlıklı olarak Anadolu’nun yoksul ve lümpen gençlik kesimini hedef alan örgütlenme, 1968’den sonra bu militanlara ilki İzmir’de kurulan kamplarda askeri eğitim vermeye başladı. Eğitim görevi de emekli subaylara verildi.

Bu para-militer yapılanma devlet destekli yükselişini 1970’ler boyunca sürdürdü ve Bülent Ecevit’in o dönemki merkez-sol CHP iktidarında zirveye ulaştırdı. 12 Eylül 1980 darbesiyle sonuçlanacak süreçte İstanbul Üniversitesi Katliamı, Bahçelievler Katliamı gibi eylemlere imza attı, çok sayıda genci, entelektüeli öldürdü.

Fakat, 12 Eylül darbesi ve sonuçları, devlet adına çalıştığına inanan bu kesimde büyük bir şok etkisi yarattı ve MHP lideri Alpaslan Türkeş başta olmak üzere hareketin çok sayıda ismi tutuklandı, önemli bir kısmı işkenceden geçti.

12 Eylül sonrası Ülkücü gençlik için amaçsız, boşta kaldığı bir dönemdi. Bu boşluğu mafya doldurdu ve cezaevinden çıkan Ülkücüleri istihdam etmeye başladı.

Aslında harekete kaynak ve silah sağlamak amaçlı Ülkücü-mafya ilişkisi 1970’lerde başlamıştı. Mafya grupları da tıpkı Ülkücü hareket gibi devlet güvenlik güçlerinin denetimi altındaydı.

1980 darbesi sonrasında aralarında Muhsin Yazıcıoğlu, Abdullah Çatlı, Mehmet Gül, Mehmet Şener ve Yalçın Özbey gibi isimlerin olduğu hareketin önde gelen isimleri dönemim mafya babalarıyla ilişki kuruyordu. Ülkücü mafyanın ortaya çıkışının temeli bu dönemde atılmıştı.

O yıllarda Avrupa Türk Federasyonu Başkanı olan ve mafya ile ilişkilerin temelini atmış isimlerden biri olan Lokman Kondakçı, itiraflarında, “parayı bulmanın en kolay yolu eroindir, kilosu 35-40 bin marktır” diyerek işi nasıl örgütlediklerini anlatıyordu. Alaattin Çakıcı, Mustafa Öz ve Sedat Peker gibi isimler ülkücü mafyanın başına geçtiler.

Özellikle 1990’lı yıllarda ülkücülerin Kürt hareketiyle yürütülen savaşta aktif biçimde yer almaya başlamasıyla birlikte, devlet ve ülkücü mafya arasındaki ilişkiler daha da gelişti ve karmaşıklaştı. Devlet destekli ülkücü mafya, Afganistan’dan Avrupa ve Amerika’ya uzanan uyuşturucu trafiğini tamamen kontrolüne aldı.

Bu karanlık ilişki 3 Kasım 1996’daki karanlık Susurluk Kazası ile ortaya saçıldı. Ülkücü hareketin önde gelen isimlerinden biri, İstanbul Emniyet Müdürü ve adı uyuşturucu kaçakçılığı iddialarıyla anılan bir milletvekilinin içinde bulunduğu araç o gece bir kamyona çarptı, Ülkücü Abdullah Çatlı ile Emniyet Müdürü Hüseyin Kocadağ hayatını kaybetti, Sedat Bucak ağır yaralı kurtuldu. (Yakın geçmişi unutmuş okurlar için hatırlatayım, aynı Hüseyin Kocadağ, Sabancı Suikasti’nin zanlılarından Fehriye Erdal’a o binada işe girebilmesi için temiz kağıdı veren isimdi aynı zamanda.)

12 Eylül sonrası boşta kalan Ülkücüler sadece mafyalaşmakla kalmadı, tekrar devlet hizmetine geri döndü. O dönemde yükselen başta Fransa olmak üzere tüm dünyada Türkiye çıkar ve temsilciliklerini hedef alan Asala’ya karşı bu kesimi devreye sokma fikri gündeme geldi. Başta Alaattin Çakıcı olmak üzere kimi isimler bu amaçla görevlendirdi. MİT’in o dönemde Kontr-Terör Daire Başkanı olan Mehmet Eymür, Ankara 1. Ağır Ceza Mahkemesi’ne gönderdiği ifadesinde bu gerçeği şöyle dile getirdi:

"PKK, DEV-SOL ve ASALA'ya yönelik MİT operasyonları sırasında teşkilat Alaattin Çakıcı ile temas kurdu. Gerek Ermeni-ASALA faaliyetleri sırasında, gerekse PKK faaliyetleri ile ilgili yurt dışı çalışmalarda ihtiyacımız vardı. Normal adamlara yaptırmak mümkün değil. Vurucu kırıcı adamlara ihtiyacımız var.

Eymür, MİT'in silahşoru, Bay Pipo gibi sıfatlarla da anılan, MİT'te etkin görevler aldığı yılların ardından 26 Eylül 1990'da DEV-SOL'un üstlendiği saldırıda hayatını kaybeden Hiram Abas'ın Alaattin Çakıcı ile birlikte Beyrut'ta Ermenileri öldürdüğünü de aktarıyor. Eymür, ifadesinin bu bölümünde Çakıcı için, ‘Atina’da Agop Agopyan’ı bu öldürdü ve Beyrut’ta Hiram Bey ile Ermenileri öldürmüş’ diyor.

Yani devletin Bozkurtları Avrupa’da Ermenilere karşı devreye sokması yeni bir şey değil, 12 Eylül Darbecilerine uzanan bir gelenek bu. Yukarı Karabağ’da başlayan savaş, Fransa ve Türkiye’nin son dönemde Afrika, Doğu Akdeniz gibi burada da ters düşmesi gerilim tetikledi. Kimi doğrulanamamış iddialar özellikle Lyon’daki gösteriler ve Ermenilere yönelik saldırıların Türk yetkililerce organize edildiğini söylüyor ama bu sadece bir söylenti.

Ancak bilinmesi gereken gerçek 1972’den itibaren bu hareketle uyuşturucu ticareti dahil mafyatik eylemler arasındaki bağın bilinmesi.

MHP senatörü Kudret Bayhan ‘milletvekili ve uyuşturucu’ denilince akla gelen ilk isim. 1972’de kırmızı pasaportuyla Fransa’ya uyuşturucu sokarak yakalanmıştı. Bayhan, İtalya’dan Fransa’ya geçerken Menton sınır kapısında otomobilinde 146 kilo baz morfinle yakalanmış ve ağır hapse mahkûm olmuştu.

MHP’nin şimdiki genel başkanı olan Devlet Bahçeli’nin aracında 1980 öncesi Kalaşnikoflar ele geçmişti. Ayrıca Bahçeli-MİT ilişkisi de herkesin bildiği bir sır.

Erdoğan rejimi bugüne kadar Avrupa’da Milli Görüş yapılanması ve cami cemaatinden yararlanmış ve imamları başta olmak üzere geniş bir istihbarat ağı yaratmıştı. Bozkurtlar devreye sokulmamıştı. Ancak Ermeni meselesi gündeme gelince Mehmet Eymür’ün deyimiyle bunları “Normal adamlara yaptırmak mümkün değil. Vurucu kırıcı adamlara ihtiyaç var.”

Ancak Türkiye’nin dış politikasını giderek sertleştirmesi ve gerekirse Avrupa’daki Türkleri de bu amaçla kullanabileceğini göstermesi Almanya’da da alarm çanları çaldırıyor. Almanya’da Sol Parti, Yeşiller ve Almanya için Alternatif Partisi de benzer bir önlemin alınmasını istedi.

Ankara, Fransa’daki tabanı aracılığıyla istediği zaman karışıklık yaratabileceğini, özellikle seçim öncesi Macron’a rahatsızlık yaratabileceğini gösterdi. Macron da karşı hamlesiyle gerekirse en sert önlemleri alabileceğini belli etti. Ancak iki ülke arası ilişkiler köklü ve derin. Gizli servisler arasında hükümetleri aşan bir ilişki söz konusu. “Fransa’nın Türk istihbarat örgütlerinin karanlık faaliyetleri konusundaki vurdum duymazlığının en son dramatik örneklerinden biri hiç kuşkusuz 9 Ocak 2013 tarihinde Kürt ulusal direniş hareketinin Paris’teki üç temsilcisinin, Sakine Cansız, Fidan Doğan ve Leyla Şaylemez’in Kürdistan Enformasyon Bürosu’nda MİT’in bir tetikçisi tarafından kurşunlanarak öldürülmesi, ancak üzerinden yedi yıl geçtiği halde Türk Devleti’nin bu alçakça cinayetteki rolünün ortaya çıkartılmamış olmasıdır.”


© Ahval Türkçe

Bu makale yazarın görüşlerini yansıtır. Ahval’in yayın politikası ve editoryal bakış açısı ile her zaman uyumlu olmak zorunda değildir.
Bu blok bozuk ya da eksik. Eksik içeriğe sahip olabilir ya da orijinal modülü etkinleştirmeniz gerekebilir.

Related Articles

مقالات ذات صلة

İlgili yazılar